İstanbul Film Festivali etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İstanbul Film Festivali etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Nisan 2012

Röportaj: Ümit Ünal

31. İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma kapsamında gösterilen “Nar” filminin seans gösterimi sonunda filmin yönetmeni Ümit Ünal ve film ekibi seyircilerin sorularını yanıtladı. Genel olarak iyi yorumlar alan “Nar” filmi bitiminde alkışlarla karşılandı.

Film için sorulan önemli sorulardan bir tanesi; bu filmin “9“ ve “Ara” filmleri tarzında olup, tiyatral bir film yapılması amaçlanıp amaçlanmadığı idi. Yönetmenimiz  ise “mekanların kısıtlı oluşu ve diyaloglara dayalı bir film olduğu için tiyatral olarak algılanabilir; ama tiyatral bir film değil aslında” diye cevap verdi.

Filmin finalinin en çok sorulan sorulardan bir tanesi olduğunu belirten yönetmen, “Filmin sonunu size bıraktım, filmin cevabı filmin içinde; ama filmin manası benim için derinlerde yatıyor.” diyerek filme ne kadar önem verdiğini anlayabiliyoruz.

Bir de oyuncu seçimlerinin hepsine karar veren yönetmen, Asuman karakterini Serra Yılmaz için yazdığını belirtti.

“Carnage” filmiyle kıyaslanan Nar filmi için Serra Yılmaz, seyircilere çok güzel bir yanıt verdi; ”Film Carnage’den önce çekilmiştir. Bunu söylememim nedeni Carnage filmiyle kıyaslayanların olmasıdır”.

Ümit Ünal’ın bahsettiği en önemli noktayı; ”düşük bütçeli filmler çektiğin zaman maddi bakımdan fazla kayıp yaşamadığından dolayı özgürsün; ama büyük bütçeli filmler çektiğin zaman yapımcılar iyi niyetli olarak size karışıyorlar.” diyerek açıkladı.

Son olarak, merak edenler için filmin yapımcısı esprili bir dille filmin iş yapmadığını şu sözlerle dile getirdi: ”Festival dışında 8.500 kişi izledi, bu yüzden televizyona da satamadık, yani battık.”

Filmin on beş gün gibi kısa bir sürede çekildiğini, senaryo üzerinde  çok çalışılıp prova yapıldığını ve sette hiç sorun yaşanmadığını belirtelim.

Ekip seyircilerin sorularını yanıtladıktan sonra ben de Ümit Ünal’ı yalnız yakalayarak röportaj yapma fırsatı buldum.

Merhaba Ümit Bey. Öncelikle ben Sinemayadair.com’dan yazar Murat Boncuk. Size filmle ilgili birkaç sorum olacak; proje kafanızda nasıl şekillendi?
Ü.Ü: Çok uzun hikaye, nasıl anlatıyım şimdi? (gülerek) Film adalet duygusunun kaybını işliyor. Bu konu uzun zamandır kafamı meşgul ediyordu, onu işleyecek bir hikaye arıyordum ve ortaya işte böyle bir şey çıktı.

Peki bir daha ki projenizde Serra Yılmaz’ı görebilecek miyiz?
Ü.Ü: Neden olmasın? Serra’yı çok seviyorum. Mümkün olduğu sürece de filmlerimde oynatmayı düşünüyorum.

Peki bir daha ki projeniz yüksek bütçeli mi olacak, yoksa yine bu tarz bir film mi?
Ü.Ü: Şuan bilmiyorum; ama aklımda “Teyzem” filmini yeniden çekme fikri var.

Filmleriniz çok güzel. Bu filmin en iyi tarafı da kasvetli ve gerilim ortamını güzel yaratmanız. Peki son olarak, genç sinemacılara söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Ü.Ü: Genç sinemacıların farklı bir bakış açısından bakmayı ve farklı düşünmeleri gerekir. Herkes gibi aynı şeyleri söyledikleri zaman olmuyor, bu yüzden çok araştırıp çok okumanız lazım.

Sorularıma vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.

Hazırlayan: Murat Boncuk

Fearless: Jet-Li Wushu Öğretiyor

31.İstanbul Film Festivali’nin sonuna geldik. Yepyeni ve güzel filmler gördük, yeni yönetmenler tanıdık. Bazen eskilere yolculuk  yaparak özlemimizi giderdik.

Festivalin sonlarına doğru “Wuxia” adı altında gösterilen Jet-li’nin başrolde oynadığı Ronny Yu’nun yönetmenliğini yaptığı “Fearless” Türkçe adıyla “Korkusuz” filmini izledim.

Wuxia filmlerinde genellikle intikam öykülerine, özel güçlere sahip silahşörler, abartılı dövüş sahneleri; suda sekeninden tut, havada uçanına bile rastlanır. Bakıldığında bu saydıklarım şiirsel olarak ele alınır. Wuxia filmlerinde bir aşk hikayesi ve trajedilerine de rastlanır. Bazen fantastik ve gerçek dışı, bazen de gerçekçi işlenebilir. Hatta tarihi olaylara dayalı olanlarını da görürüz. Bu gelenek sinemadan önce hikaye olarak da  vardı ve en az 2000 yıl kadar geriye gider.

Gu Long ve Huang Yi’den wuxia hikayesi türünde birçok eserler vermişlerdir ve eserlerinin bir çoğu sinemaya uyarlanmıştır. Gu Long’un hikayeleri daha gerçekçi; gizemli bir olayı ortaya çıkarma (dedektiflik), Huang Yi’nin hikayeleri ise daha fantastik ve gerçek dışıdır. Bu tür filmlerin en bilineni ise “Hero (Kahraman)” ve “House of Flyıng Daggers (Parlayan Hançerler)”.

Şimdi filme geçersek eğer; bu film öncelikle gerçekçi ve tarihsel işlenmiş. Aslında Çin dövüş sanatları ustası Huo Yuanjia’nın hayat hikayesini ve ünlenişini izleriz.

Hikayede, bazı kısımlar çok derin alınmamış; sadece çocukluğunda Wushu sporuna olan hevesinin nasıl başladığı işlenmiş. Sonrasında gençliği ve ergenliğinde neler yaşadığını görmeden bir bakmışız bizim dünkü ufaklık Wushu ustası olmuş, bir de üstüne kızı var. Genelde Huo’nun akademik kariyerine odaklanmışlar.

Film başlarında dövüş sahneleri ve kılıçlar konuşuyor çok keyifli görselliğiyle hızlı bir şekilde su gibi ilerliyor. Filmin ortalarına gelince tempo yavaşladığından  azıcık bir jetlag oluyorsunuz; ama filmin sonlarına doğru geldikten sonra yine açılıyorsunuz. Aslında ortada sizi sıkan bir film yok, gayet akıp giden bir film var.

Bir biyografiden yola çıkarak bir başarı öyküsü anlatılmış ve alt metinde ‘kin gütmeme’, ‘öfkeyle hareket etmeme’ gibi mesajlar içeriyor. Duygusunu izleyicilerine yansıtmayı başarmış bir film var karşımızda.

Jet-Li’yi sahada solda takla atıp birden fazla kişiyi döverek görmeyeli çok zaman olmuştu. Bir anda çocukluğumu hatırlar gibi oldum. Salondan gayet mutlu bir şekilde çıktım.

15 Nisan 2012

Nar: Ümit Ünal Adaleti Sorguluyor

"Hepimiz nar taneleri gibi birbirinden ayrıyız: Hem çok benzeriz, hem de çok farklıyız. Ama açılmamış bir bütün nar gibiyiz aynı zamanda."

31. İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilen ulusal kategoride yarışan “Nar” filmi merakla beklediklerimin arasındaydı.

Atlas sinemasında seyircilerini ağırlayan film nar tanelerinin parçalanarak dağılışını gösteren güzel bir açılış yapıyor. Nar bir kadının kendi adaletinin peşine düşüşünü ve dört farklı insanları bir evde yarım gün gibi kısa bir sürede kurguluyor.

Yönetmenliğini Ümit Ünal’ın yaptığı filmde, başrolleri Ferzan Özpetek’in vazgeçmediği oyunculardan Serra Yılmaz, Erdem Akakçe, İdil Fırat ve İrem Altuğ paylaşıyor.

Ümit Önal’ın önceki çalışmalarından olan “9” ve “Ara” filmlerinde olduğu gibi bu filmde de kısıtlı mekan ve kısıtlı oyuncular içinde çekilmiş. Film gerilim ve kasvetli ortamı yaratmada hiç sıkıntı yaşamamış, hatta film izleyeni germeyi de başarmıştır.

Filmde dört farklı insanın -doktorun, oyuncunun, kapıcının ve falcının- hayatlarını ve yaşayış biçimlerini sorguluyor. Aynı şehirde yaşayan farklı tabaka insanları bir araya getirmiş ve onları kendi aralarında çatıştırmış.

Filmde yan hikayelerden bir tanesi kapıcının (Erdem Akakçe) çocukken yaşadığı deli bir kızla ilişkisi tatminkar bir sonuca bağlanmıyor, yan hikayeyi filmin bitimine kadar götürmüyor. Hemen merakımız sönüyor ve bu sefer ana hikayeye odaklanıyoruz.

Oyunculuklar iyi, Erdem Akakçe güzel bir şive yapmış. Serra Yılmaz ise rolü gayet güzel tabi, film başlarında rolüne biraz donuk başlasa da sonraları açılıyor ve bizi germeye başlıyor. O masum sıradan bir falcı kadından ürkmeye başlıyoruz.

Filmdeki karakterlerin sosyal rollerine ve yaşam tarzlarına göre değerlendirirsek eğer; Falcı Asuman (Serra Yılmaz) varoş yaşamın insanı olmakla beraber hayatı ev, kadın programları, dedikodular, aile ve çocuklar üzerine geçen sosyetelere fal baktırarak para kazanan birey, Kapıcı Mustafa (Erdem Akakçe) köyden kente “Şehrin taşı toprağı altın” diyerek İstanbul’a gelen ve yaşamını sürdürmek için kapıcılık yapan saf, sadık bir birey. Deniz (İrem Altuğ) karakteri ise kaliteli ve refah bir yaşam süren, yedirilen, giydirilen, kültürlü, okumuş, tiyatro oyuncusu olmaya çalışan bir öğrenci. Doktor Sema (İdil Fırat) ise kapitalizmi temsil eden bir çalışan, büyük paralar kazanan, itibarı, sosyal statüsü yüksek, kaliteli yaşam süren, yediren, giydiren, gezdiren bir bireyi temsil ediyor.

Ümit Ünal bahsettiğim şekilde bütün bu karakterleri tek bir çatı altında toplamış. Vicdanı, yaşamı, hayatın düzenini ve asıl teması olan adaleti sorgulamış. Kısıtlı mekanlarda geçtiği için derdini, imgelere değil de diyaloglara dökmüş.

Filmle ilgili en çok sorulan soru ise filmin sonunun ne anlama geldiğidir. Filmin sonunu bize kapalı bir şekilde aktarmış. Keşke filmi de anlatmak isteneni de biraz daha kapalı anlatsaydı çok daha güzel olabilirdi. Üstüne basa basa adaleti sorgulamış; ama yine de beğenerek izlediğim bir film oldu.

Filmin sonunu yorumlamadan önce; bu sefer Falcı Asuman olan Serra Yılmaz karakteri ile Deniz karakteri İrem Altuğ yer değiştiriyor. Serra Yılmaz Deniz karakterinin statüsünde İrem Altuğ ise Serra Yılmaz’ın falcı statüsünde ve olaylar en başından bir daha yaşanmaya başlıyor, tabi sonuna kadar değil. Bence  burada anlatılmak istenen en önemli fikir “Deniz karakteri falcı olsaydı Adalet karşısında ki tutumu ne olurdu?” sorusuna cevap vermek.

31. İstanbul Film Festivali Altın Lale Ödülleri

Altın Lale Uluslararası Yarışma Ödülleri:

Altın Lale Ödülü
Yalnız Gezegen / The Loneliest Planet (Julia Loktev)

Jüri Özel Ödülü
Oslo, 31 Ağustos / Oslo, August 31st (Joachim Trier)

Altın Lale Ulusal Yarışma Ödülleri:

Altın Lale En İyi Film Ödülü
Tepenin Ardı (Emin Alper)

En İyi Yönetmen Ödülü
Zeki Demirkubuz (Yeraltı)

En İyi Kadın Oyuncu Ödülü
Sanem Öge (Şimdiki Zaman)

En İyi Erkek Oyuncu Ödülü
Engin Günaydın (Yeraltı)

En İyi Senaryo Ödülü
Emin Alper (Tepenin Ardı) ve Orhan Eskiköy (Babamın Sesi)

En İyi Görüntü Yönetmeni Ödülü
Türksoy Gölebeyi (Yeraltı)

En İyi Müzik Ödülü
Mustafa Biber (İz–Rêç)

Jüri Özel Ödülü
İz–Rêç (M. Tayfur Aydın)

En İyi Kurgu Ödülü
Zeki Demirkubuz (Yeraltı)

FIPRESCI Ulusal ve Uluslararası Yarışma Ödülleri:

Uluslararası Yarışma
Uğultulu Tepeler / Wuthering Heights (Andrea Arnold)

Ulusal Yarışma
Tepenin Ardı (Emin Alper)

Avrupa Konseyi Sinema Ödülü (FACE):

FACE Ödülü
Sadece Rüzgâr / Just the Wind (Bence Fliegauf)

Sinemada İnsan Hakları Yarışması Özel Mansiyonu
Crulic–Öteki Tarafa Yolculuk (Anca Damian) ve Memleket / Terraferma (Emanuele Crialese)

Radikal Gazetesi Halk Ödülleri

Uluslararası Yarışma
Albert Nobbs (Rodrigo García)

Ulusal Yarışma
Yeraltı (Zeki Demirkubuz)

14 Nisan 2012

New York New York: De Niro’nun Kanı Kaynıyor

31. İstanbul Film Festivali tüm heyecanıyla ve güzel filmleri ile devam ederken ben de festival kapsamında, usta yönetmen Martin Scorsese’nin “New York New York” adlı filmini izleme fırsatı buldum.

Filme yoğun bir ilgi vardı. Dev gibi salonda ve kocaman perde de izlediğim film, nostaljiyi tüm içtenlikle hissettirdi bana.

New York New York, başrollerini Robert De Niro ve Liza Minnelli’nin üstlendiği 4 dalda Altın Küre’ye aday gösterilen, yönetmenin doğduğu yer olan New York City’de geçen bir müzikal, komedi filmidir.

Gösterildiği dönemde gişede iyi bir başarı elde edememesine rağmen zaman geçtikçe değeri anlaşılan ve eskimeyecek bir filmdir.

Scorsese mafya temalı filmleri kullanılan kalıplardan yola çıkarak bize keyifli bir izlenim sunmuştur. Bu kalıplardan bahsedecek olursak; ünü çıkmamış bir adam zamanla pis işlere bulaşır, işinde yükselir ve yükselmeye devam eder. Birine gönlünü kaptırır. Ona kur yapar. Sonrasında flört etmeye başlarlar ve ilişkileri ilerler. Sonra da  evlenirler. Bu esnada yaşamında ve içinde çatışmalar ve sıkıntılar yaşar. Sonra eşinden ayrılır ve kahramanımız kötü sona doğru yol alır.

Genelde mafya temalı filmlerde bu tarz kalıplara rastlarız; ama bu filmde anlattıklarıma benzer öğelerden bahsedecek olursak; tanınmamış bir müzisyen ve aşık olduğu kız, kızla flört edişi ve ona kur yapışı, bir yuva kurmaları, yükselişleri ve kendi içlerinde ve işlerinde yaşadığı problemler; sadece sonu ölümle değil, ayrılıkla bitiyor.

Filmde komedi unsuru daha ağır basmış, özellikle Robert De Niro’yu böyle kanı kaynayarak görmek çok güzel. Lize Minnelli’ye kur yapışı başlarda aralarında yaşanan sıcak ilişki, diyaloglar ve hepsi sizi güldürmeyi başarıyor. Filmin sonlarına gelince draması daha ağır basıyor.

Tüm bunları toparladığımızda ortaya çok güzel  bir müzikal ortaya çıkıyor. Filmden çıktığınızda aklınızda Lize Minnelli’nin söylediği New York New York şarkısının melodisi aklınızda kalıyor.

Bir de söylemden geçemeyeceğim; Robert De Niro’nun bir lamba altında saksafon çalması ve iki kişinin metroda dans edişi bence tadından yenmeyecek cinsten…

Faust filminden sonra New York New York’u görmek ve müzikal dünyayı tatmak bana ilaç gibi geldi.

11 Nisan 2012

Sade Bir Hayat: Sıradışı ve Samimi Bir Bağ

Bu yıl 31. kez düzenlenmekte olan İKSV İstanbul Film Festivali'nde izlediğim Hong Kong yapımı drama tarzındaki “Sade Bir Hayat (A Simple Life / Tao Jie)” filminin 2011 yılında Venedik Film Festivali’nde dört ödül kazanmış olmasına şaşırmamalı. Yönetmenliğini Ann Hui’nin yaptığı film, altmış yıldır hizmetçilik yaptığı ailenin yanından, geçirdiği felç sebebiyle ayrılmak zorunda kalan Ah Tao’nun (Deannie Yip) sade hayatını, tiyatral anlamda her duyguyu zorla izleyiciye hissettirmeye çalışmadan, doğal bir şekilde sunuyor. Gerçek olaydan esinlenerek çekilen bu filmde, genç bir film yapımcısı olan Roger (Andy Lau) ve hizmetçisi arasındaki anne-oğul ilişkisi ve birbirlerine gösterdikleri nahif nezaket, izleyenin içine samimiyet ve sevgi duygularını işliyor.

Ann Hui, aslında dünya çapındaki film festivallerine yabancı değil. Örneğin Uluslararası Berlin Film Festivali kapsamında Summer Snow (1995) filmi ödüller kazanırken, Ordinary Heroes (1999) filminin de aynı festivalde bir adaylığı bulunuyor. Ayrıca, senelerdir Golden Horse ve Hong Kong Film Festivalleri’nde de yönetmenin adı sıkça duyuluyor. Dolayısıyla, “Sade Bir Hayat” filminin olumlu eleştiriler alması isabetli bir karar niteliğinde.

Adından da anlaşıldığı üzere film, hayata sade ve basit bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Dışardan bakıldığında filmin Roger ve Ah Tao arasında geçen bir masal olduğunu düşünebiliriz, ancak özünde bizi kucaklayan samimi ve evrensel temalar yer alıyor. Hong Kong’ta film endüstrisinde çalışan, ailenin orta yaşlı oğlu Roger’a hizmet veren Ah Tao’nun hikayesi, hayatla mücadelesini sürdüren her kesimden insana hitap ediyor.  

Filmin büyük bir kısmında, Ah Tao’nun geçirdiği felç sebebiyle yaşadığı huzur evi sahnelerini izliyoruz. Yönetmenin bu huzur evini kullanması filme iki şekilde etkileyicilik sağlıyor. Birincisi, Ah Tao’nun gözünden baktığımızda, altmış yıldır ilk defa ortam değiştirerek yepyeni insanların içine girmenin verdiği korkuyu hissetmek, Ah Tao ile olan duygusal bağı güçlendiriyor. İkincisi, yani izleyici gözüyle baktığımızdaysa, yaşlılıkları sebebiyle günlük aktivitelerini yapmakta dahi zorlanan insanları görüyor ve ister istemez kendimizi de aynı portreye oturtuyoruz. Yönetmen Hui‘nin izlediği yavaş ama emin adımlar ile, görsel olarak Ah Tao’nun sade hayatının içine çekiliyoruz. 

Yönetmen, mizah ve gözyaşını, acı tatlı olaylarla ustalıkla dengelemeyi başarmış. Bu dokunaklı sahnelerin baş mimarı Deannie Yip’i de unutmamak gerek. Kendisinin takdiri hak eden oyunuyla Venedik Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’ne layık görülmesi gayet normal.

Yetkin hazırlanmış bir drama olmasının dışında, “Sade Bir Hayat” filmi ile, yanında hizmetçi çalıştıran o köklü ailenin üyeleri arasındaki soğukluğu ve gittikçe kentleşen toplum içindeki iletişim eksikliğini de hissedebiliyoruz. Belki de hizmetçi denince akla gelen o donuk İngiliz ikonu yerine, sempatik bir anne görmenin yarattığı duygusal karmaşa da aklınızda yer edebilir. Bununla beraber, filmde daha da önemli bir soru takılıyor aklınıza. Koşulsuz sevgi illa ki kan bağıyla mı oluşur?

Sade Bir Hayat (A Simple Life / Tao Jie) sinema filminin fragmanını izleyin:

Faust: Sokurov’un Yorumuyla Yeniden

Bilindiği üzere Faust, Johann Wolfgang Von Goethe’nin en ünlü eseridir. Neredeyse tüm yaşamı boyunca bu eser üzerinde yoğunlaşmıştır. On sekiz yaşında bu eseri yazmaya başlayan Goethe eserini, 1830’da Faust 1 ve 1832’de Faust 2 olmak üzere 2 cilt halinde yazarak 83 yaşında ölümünden kısa bir süre önce bitirir.

Faust, 19. yüzyılın en önemli düşünürü ve bilim insanıdır. Hayatı boyunca kendini çalışmalarına adamıştır. Faust zaman ilerledikçe kendisiyle bir iç çatışma yaşar; hayatını çalışmalarına ve teorilerine harcadığı için yaşamın edebi zevklerinden yararlanamamıştır. Bunun üzerine Faust yaşamın edebi zevklerinden yararlanmak için ruhunu şeytana satmak için bir anlaşma yapar ve şeytan Gretchen olarak adlandırılan genç Margarete ile olan aşkı için ona yardım eder. Yönetmen hikayenin ana konusunu işlemiştir bu filmde.

31. İstanbul Film Festivali kapmasamında izleme fırsatı bulduğum “Faust”, daha önce 1994 yılında Jan Svankmajer tarafından çekilen bu eser, Alexander Sokurov’un yorumuyla tekrar beyaz perdeye dönüyor. Tüm sinefiller gibi ben de merakle bekliyordum bu filmi.

Film, Dr. Faust’un hayat hikayesine, ruhunu şeytana satışına, Gretchen ile olan aşkına odaklanıyor. Başrollerini Johannes Zeiler, Anton Adasinskiy ve Isolda Dychauk paylaşıyor. Filmin içeriğine değinecek olursak; film güzel bir otopsi sahnesiyle açılışını yapıyor. Dr. Faust yardımcısıyla beraber insan ruhu ve bedeni ile ilgili derin bir tartışmaya giriyor. Anlıyoruz ki film bizi bir tempoya sokacak. Bunlar olurken de  hayata dair felsefi bilgiler edineceğiz; ama öyle olmuyor. Tam tersine filmin üzerine bir ağırlık çöküyor ve hiç kalkmıyor. Yavaş bir tempoda ilerliyor hazmedilmesi zor bir film oluyor. Bir de filmde geniş bir çekim alanı var; ama bunu bize hissettiremiyor ve ister istemez sıkılıyorsun. Bunun sebebi de olayın bir kasaba etrafında dönüp dolaştığını bildiğin için ve aynı yerleri birden fazla kez gördüğün zaman bunu hepten hissediyorsun . Şeytan ile Faust kasaba etrafında dolaşıp insanlığa ve hayata dair felsefe yapıyorlar, o sırada da Faust hikayesi yavaş bir biçimde gelişiyor. İlk başta hanımların bulunduğu kaplıcaya giriyorlar. Daha sonrasında Faust orada Gretchen’i görüp aşık oluyor ve şeytanla birlikte Gretchen’in peşine takılıyor. Zaman ilerledikçe  peşinden takılmayı bırakıp ikili bir meyhaneye giriyor. Orada çıkan tartışmada Faust yanlışlıkla Gretchen’in abisini öldürür. Abisi ise cephede savaşan bir askerdir; ama Faust ilk başta öldürdüğü  kişinin Gretchen’in abisi olduğundan haberdar değildir. Daha sonra Gretchen’in abisi olduğunu öğrenen Faust yaptığından suçluluk duyar ve Gretchen’in gözüne girmek için şeytandan yardım ister. Şeytan, Faust’a yardım eder. Faust Gretchen’in ailesine para yardımı yapar, o esnada Faust ile Gretchen yakınlaşırlar. Aralarında yaşanan ise sıcak romantik bir aşk değildir. Tam tersi soğuk, mesefeli ve şehvet duygusu taşıyan bir ilişkidir. Zaten zaman ilerledikçe Gretchen’in yaşadığı şehvet duygusunu hissediyorsunuz. Bir de  film kasabadaki insanları tek taraflı olarak ve kibir, kıskançlık, şehvet, iki yüzlülük gibi taraflarını ele almış.

Bu yaşananlardan sonra Faust  Gretchen’le bir gece geçirmek için şeytanla bir anlaşma yapar; ruhunu ona satar. Film hikayenin konusunu oluşturuna kadar bu evrelerden geçiyor. Ruhunu şeytana sattıktan sonraki kısımda ise minimalist fantastik daha ağır basıyor. Filmin bu kısımları cidden hoşuma gitti. Filmin bir artısı doğal mekanlar üzerinde yapılan çekimler (ormanlık alanlar, dağlık alanlar, gayzerler).

Genel olarak önceden belirttiğim üzere Faust ağır işleyen zor bir film; eğer “sabredebilirim ve sonunu getirebileceğimi düşünüyorum” derseniz bu filmi izleyin. Tam tersini düşünüyorsunuz eğer, festivalde siz sinema severlerin damak tadına uygun daha bir çok film var.
Ayrıca filmin Venedik Film Festivali’nde “Altın Aslan” ödülü aldığınıda hatırlatayım sizlere.

10 Nisan 2012

Azrail’i Beklerken: Büyülü Bir Fransız Filmi

31. İstanbul Film Festivali kapsamında gösterime giren filmlerden biri olan Fransız-İranlı animatör, senarist ve yönetmen Marjane Satrapi ile Vincent Paronnaud filmi “Azrail’i Beklerken (Poulet aux Prunes / Chicken with Plums)”, dünya çapında ünlü keman virtüözü Nasser Ali’nin kemanının kırılmasıyla ölmeye karar verişini ve ölümü bekleme sürecinde Nasser’in çocukluğundan itibaren anılarını tekrar yaşayışını konu alıyor. 2008 yılında Akademi tarafından aday gösterilen ve bir genç kızın 1979 İslam devrimi dönemindeki otobiyografik öyküsünü konu alan, yönetmen Satrapi’nin ilk yapımı “Persepolis” adlı film sayesinde, sanatçı zaten takdir kazanmıştı.  Satrapi ile Paronnaud ortak çalışması olan “Azrail’i Beklerken”, bu başarıların devamının geleceğine dair bir gösterge niteliğinde.

Ünlü kemancı Nasser Ali rolünde izlediğimiz Mathieu Amalric, hem bozuk kemanı hem de gençlik aşkı (Golshifteh Farahani) dolayısıyla yastadır. Ne şekilde ölmesi gerektiğini düşünürken birden bire kendisini sadece yatağında uzanıp, ölümün kendine gelmesine beklerken bulur. Ölüm meleği Azrail’in gelip canını alması kalmıştır geriye…

Yönetmenler Satrapi ve Paronnaud, rengarenk masal tadındaki filmlerini, geçmişi gösteren rüya kesitleri, sevimli ara sahneler ve güçlü oyunculuklarla taçlandırmışlar. Ali’ye gerçek aşkla bağlı karısı (Maria de Medeiros) ve tapılası sevimli çocukları sayesinde, Nasser Ali’nin sorumluluktan uzak günlük hayatı sihirli bir hal alıyor. Örneğin Ali ve kızının kukla bebekleri izlediği sahnede, kuklaları gerçek konuşan bebek zanneden küçük kızına bunun aksini ispat eden ve kızının hayallerini yıkan bir baba olarak Nasser Ali’nin, hayattan beklentisinin kalmadığı çıkarımını yapmak, ve dolayısıyla ölmeye bu denli kolay karar verişinin sebebini anlamak çok da zor değil. Ayrıca bu noktada Ali’nin oğlunun (Cyrus), sevimliliği ile filmi ciddi anlamda zenginleştirdiğini, samimileştirdiğini vurgulamak isterim. 

Özetle “Azrail’i Beklerken”, oyuncu kadrosu sayesinde gerçekten de reddedilemez bir büyü yaratıyor. Özellikle öne çıkan sahneler, ölüm meleğinin ziyaretleri ve gerçekleşen diyaloglar olsa gerek. Hele final sahnesi ile, o çok samimi bulduğunuz film, bir anda talihsiz aşk sahneleriyle kalbinizi incitebiliyor. Ancak kaygı duymaya gerek yok, sihir bozulmuyor, aksine daha da etkili hal alıyor.

8 Nisan 2012

Marigold Oteli’nde Hayatımın Tatili: Hayata Egzotik Bir Mola

İKSV İstanbul Film Festivali kapsamında izleme imkanı bulduğum, yönetmenliğini John Madden’ın yaptığı ve kadrosunda Maggie Smith ve Judi Dench gibi Oscarlı oyuncuların bulunduğu durum komedisi tarzındaki “Marigold Oteli’nde Hayatımın Tatili (The Best Exotic Marigold Hotel)” filmi, emekli yaş gurubundaki bir İngiliz topluluğun Jaipur/Hindistan’da küçük bir otelde başlarından geçenleri konu alıyor. Filmi durum komedisi yapansa, bu yaşlı gurubun karşılaştığı öngörülebilir aksilikler ve yaşadıkları utançlar iken, bir yandan da bu topluluk içindeki gönül işlerine ve kıta farkından kaynaklanan kültür çatışmalarına şahit oluyoruz.   

Filmde yer alan yedi karakter de, Jacobean dönemi (on altıncı ve on yedinci yüzyıl İngiliz tiyatrosu) komedisinde olduğu gibi, kendine has dominant karakterlere sahip. İngiliz tiyatrosunun deneyimli ustaları Judi Dench ve Celia Imrie, filmde birbirine tezat özellikte iki dul hanımı canlandırıyor. Maggie Smith, doğu Londra şivesiyle huysuz hasta bir kadın, Bill Nighy ve Penelope Wilton kavgalı bir çift, Ronald Pickup cinsel hayatına düşkün bir ihtiyar, Tom Wilkinson ise gençliğinde Hint sevgilisinden ayrı düşerek Londra’da yaşayan eş cinsel bir yüksek mahkeme yargıcı rolünde.

Bu egzotik otel, yerel çağrı merkezinde çalışan güzel bir kız ile oğlunun ilişkisini reddeden zorba bir anne ve geveze ürkek oğlu tarafından işletiliyor. Filmdeki karakterler Hindistan’ın o merak uyandıran yerel dünyasına pek de önem vermiyor açıkçası. Tabi ki filmde bizim bir türlü göremediğimiz şu “muhteşem tapınak” hariç, herkes beğeniyle tapınağa ziyaret halinde.

Renkli, egzotik Hindistan ile kasvetli, eski İngiltere’yi mukayese etmek için hazırlanmış açılış sahnesi bile, ekonomik ve demografik farklılıkları açıkça gözlemlemek için yeterli. Filmin etkisinde kalmayı çok umursamayan bir izleyici kitlesini hedef alırsak, bu eğlenceli film tatmin edici olacaktır. Ayrıca, Hintlilerin bazı davranışlarını ülkemizle eşleştirmeniz de kuvvetle muhtemel.

16 Mart 2012

İstanbul Film Festivali Önce Okullarda

İstanbul Film Festivali, sinemalardan önce geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi bu yıl da önce okullarda başlıyor. Festival, heyecanını “Festivalden Önce Okullardayız” ile festival başlamadan okullara taşıyor.
Festival kapsamında geçen yıl Akbank Galaları bölümünde gösterilen, usta yönetmen François Ozon’un, başrollerinde Fransız sinemasının usta isimleri Catherine Deneuve ve Gérard Depardieu’nün yer aldığı komedisiPotiche / Kadın İsterse ve Altın Lale Uluslararası Yarışma’da gösterilen, Ola Simonsson ve Johannes Stharne Nilsson’ın Cannes’da Genç Eleştirmenler Ödülü’nü kazanan komedisi Sound of Noise / Yaşamın Ritmi filmleri, İstanbul’daki 13 üniversite ve 2 lisenin öğrencileriyle buluşacak. Ücretsiz olarak gerçekleştirilecek film gösterimlerinden önce öğrencilere İstanbul Film Festivali programıyla ilgili bilgi de verilecek. "Festivalden Önce Okullardayız", 8 Mart Perşembe günü Robert Kolej’de başlayan gösterimler, 29 Mart Perşembe günü Boğaziçi Üniversitesi’nde sona erecek.

GÖSTERİMLER
8 Mart Perşembe, 15:30 Robert Kolej, MMR2 – RC Potiche
12 Mart Pazartesi, 14:00- 17:00 İstanbul Teknik Üniversitesi, KSB Büyük Salon (Oditoryum) Potiche -Sound Of Noise
13 Mart Salı, 13:00 - 15:00 Kültür Üniversitesi Prof. Dr.Önder Öztunalı Konf. Salonu Potiche - Sound Of Noise
14 Mart Çarşamba ,14:00 - 16:00 Galatasaray Üniversitesi Cep Sineması Potiche - Sound Of Noise
15 Mart Perşembe, 18:00 Koç Üniversitesi Sound Of Noise
16 Mart Cuma, 14:00 - 16:00 İstanbul Üniversitesi (Beyazıt) İletişim Fakültesi Konferans Salonu Potiche - Sound Of Noise
19 Mart Pazartesi 14:00 - 16:00 Maltepe Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu Mustafa Necati Konferans Salonu Potiche - Sound Of Noise
20 Mart Salı 13:00 - 15:00 Doğuş Üniversitesi H Blok Tiyatro Salonu Potiche - Sound Of Noise
21 Mart Çarşamba 13.00 - 16:00 Yıldız Teknik Üniversitesi Yıldız Kampüsü Cep Sineması Potiche - Sound Of Noise
22 Mart Perşembe 18:00 - 20:00 Sabancı Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu Mustafa Necati Konferans Salonu Potiche - Sound Of Noise
23 Mart Cuma 14:00 - 16:00 Bahçeşehir Üniversitesi Fazıl Say Salonu Potiche - Sound Of Noise
26 Mart Pazartesi 14:00 - 16:00 İstanbul Üniversitesi (Avcılar) İşletme Fakültesi Oditoryumu Potiche - Sound Of Noise
27 Mart Salı 11:00 - 13:00 Yeditepe Üniversitesi İletişim Fakültesi - Cep Sineması Potiche - Sound Of Noise
28 Mart Çarşamba 13:30 İstanbul Lisesi Asım Kocabıyık Konferans Salonu Potiche
29 Mart Perşembe 16:00 Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi Sound Of Noise

15 Mart 2012

31. İstanbul Film Festivali Başlıyor!

İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından AKBANK sponsorluğunda düzenlenen 31. İstanbul Film Festivali için geri sayım başladı. Otuzuncu yılında 150 bin izleyiciyle yine Türkiye’nin en büyük sinema etkinliği olan İstanbul Film Festivali’nin programı her zaman olduğu gibi bu yıl da dopdolu.

Festival sponsorluğunu bu yıl sekizinci kez AKBANK’ın üstlendiği 31. İstanbul Film Festivali, 31 Mart–15 Nisan tarihlerinde yapılacak. Gösterdiği filmlerin niteliği ve çeşitliliğiyle önder konumunu koruyan İstanbul Film Festivali, bu yıl da sinemaseverlere 20’nin üzerinde bölümde 200’ün üzerinde filmden oluşan programının yanı sıra ünlü konuklar, usta sinemacıların katılacağı söyleşi ve atölye çalışmaları, sinema dersleri, ustalık sınıfları ve konserlerle dolu dolu iki hafta vaat ediyor.

Her zaman olduğu gibi sinemaseverlere oldukça zengin bir içerik sunacak festival programında bu yıl 2011 ve 2012'nin yeni yapımlarından sinemanın unutulmaz klasiklerine ve usta yönetmenlerinin başyapıtlarına seçmeler, Ocak ayında Sundance ve Şubat’ta Berlin’de dünya prömiyerlerini yapan filmlerden, Uluslararası Altın Lale, Ulusal Altın Lale ve FACE İnsan Hakları yarışmalarına, belgesellerden çocuk filmlerine uzanan geniş bir yelpazede filmler izleyicilerle buluşacak. Festivalde, İKSV’nin 40. yılı için hazırlanan “Sinema ve Müzik” başlıklı bölümün yanı sıra “Devrimin Filmini Çekmek”, “Yunanistan’da Neler Oluyor?”, “Bir Çin Sinema Geleneği: WuXia”, “Aile İçinde” gibi yeni bölümler ve Mark Cousins’in The Story of Film: An Odyssey  / Filmin Hikayesi: Uzun ve Maceralı Bir Yolculuk adlı 15 saatlik filminin özel gösterimi dikkat çekiyor.

İstanbul Film Festivali biletleri 17 Mart Cumartesi günü saat 10.00'da satışa çıkıyor. Sinemaseverler biletlerini Atlas, Beyoğlu, Nişantaşı Citylife (City's) ve Kadıköy’de Rexx sinemalarında açılacak gişelerden, Biletix satış noktalarından, Biletix çağrı merkezinden (0216 556 98 00) ve biletix.com'dan satın alabilecek.

Festivalde bilet fiyatları, tam 15 TL, öğrenci ile 65 yaş ve üstü sinemaseverler için 9 TL olacak. Festivalde hafta içi gündüz seanslarındaki indirimli fiyat uygulaması bu yıl da devam edecek; hafta içi gündüz seansları yalnızca 5 TL.

Lale Kart sahipleri her zaman olduğu gibi yine biletlerini öncelikli ve indirimli almaya devam ediyor. Üniversite ve lise öğrencileri için hazırlanan PasoFilm! kartı bu yıl da festival boyunca özel avantajlar sağlamaya devam edecek. Festival Sponsoru AKBANK’ın Axess kart sahipleri ise (hafta içi gündüz seansları hariç) Festival boyunca satın alacakları biletlerde %20 özel indirimden yararlanacak.

Festivalin gösterimleri geçen yıl olduğu gibi Beyoğlu’nda Atlas, Fitaş 1 ve 4, Beyoğlu, Pera Müzesi, Nişantaşı’nda CityLife (City’s) ve Kadıköy’de Rexx olmak üzere 7 salonda yapılacak.

Filmlerin gösterim saatler: 11.00, 13.30, 16.00, 19.00 ve 21.30. Festivalin büyük ilgi gören Geceyarısı Sineması gösterileri bu yıl da sürüyor. Festival süresince her cumartesi gecesi 24.00’te bir film izleyicilere sunulacak.

31. İstanbul Film Festivali, 30 Mart Cuma gecesi Lütfi Kırdar Sergi ve Kongre Sarayı’nda düzenlenecek Açılış Töreni’yle başlıyor.  NTV’den canlı yayınlanacak törenin ardından, festivalin Sinema Onur Ödülü’nü almak üzere İstanbul’a gelecek Terence Davies’in The Deep Blue Sea / Aşkın Karanlık Yüzü filmiyle, festival resmen başlayacak.

Altın Laleler ve İstanbul Film Festivali’nin diğer ödülleri ise sahiplerini 14 Nisan Cumartesi gecesi CNN Türk’ten canlı yayınlanacak, Lütfi Kırdar Sergi ve Kongre Sarayı’nda gerçekleştirilecek kapanış töreninde bulacak.